Her canlı, doğası gereği üreme yeteneğine sahiptir ve bu, yaşam döngüsünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bir köpek, kedi ya da herhangi bir hayvan, yavrularını dünyaya getirme ve büyütme şansından mahrum bırakıldığında, onun varoluşsal bir parçası elinden alınmış olur. İnsanlar bunu “sorumlu sahiplik” adı altında savunabilir, ancak bu sorumluluğun sınırları nerede çiziliyor? Evimizin büyüklüğü, bütçemizin sınırlı olması ya da bir hayvanın kızgınlık döneminde çıkardığı seslerden rahatsız olmamız, bir canlının doğasına müdahale etme hakkını bize nasıl veriyor? Bu, özünde insan merkezci bir yaklaşım değil mi?
Birçoğu, “Kısırlaştırma olmazsa sokaklar terk edilmiş hayvanlarla dolar” argümanını öne sürüyor. Evet, sokak hayvanlarının sayısı ciddi bir sorun, ama bu sorunu çözmek için hayvanların üreme hakkını tamamen ortadan kaldırmak ne kadar adil?
Kısırlaştırmanın hayvanların sağlığına faydalı olduğu iddiası da sorgulanmalı. Evet, bazı araştırmalar belirli kanser türlerini azalttığını gösteriyor, ama bu, her hayvan için zorunlu bir prosedür olması gerektiği anlamına gelmez. Üstelik bu operasyonlar, hayvanların bedeninde geri dönüşü olmayan bir değişiklik yaratıyor ve bazen komplikasyonlara yol açabiliyor.
Bir hayvanın kendi bedeni üzerinde söz hakkı yok mu? İnsanlar, kendi tıbbi kararlarını verme özgürlüğüne sahipken, hayvanlara bu şansı neden tanımıyor?
Hayvanların kısırlaştırılması, etik bir perspektiften bakıldığında derin soru işaretleri barındırıyor. İnsanlar olarak, başka bir canlının doğasına müdahale etme hakkını kendimizde görmemeliyiz. Evimiz küçük diye, bakımı zor diye ya da sadece kendi konforumuzu düşünerek bir hayvanın anne veya baba olma hakkını elinden almak, ne adildir ne de vicdanidir. Belki de asıl değişmesi gereken, hayvanların haklarını hiçe sayan bu yaklaşımımızdır. Onlar bizim malımız değil, doğanın bir parçasıdır ve bu gerçeğe kabul etmek zorundayız.